29 Mart 2010 Pazartesi

-1-

tesadüf! yağmur yağıyordu.
saga, koşmaktan yorulmuştu, gözüne durakların birini kestirip orada durmaya başladı.
şimdi orada köşeye sinmiş bir ressam olsaydı, muhtemelen yazın resmini yapıyor olurdu. hani kimilerine göre, kışın sadist soğuğu iki lobun ayrımını dengeleyecekti ya; gülümsemedeki durağan mekanizmayla, kaostaki o özgürlük dansını kaynar suya atıp, 3er dakika aralıklarla karıştırıp toplam 15 dakikada kareografisini yapıştırıvericekti ruhuna! yaz da tam tersine, mike tyson'ın yumruk atmak için kolunu bile kaldırmayacağı cinsten birşeydi. herkes inatla dinlenmeye çalışırdı.

sizi bilmem ama saga'nın ruhu uyuyunca dinlenecek kadar kaygan değildi. ve yağıyor olan yağmur da ona, 9 ay çalışmak dışında bir meşguliyeti olmayıp, geri kalan 3 ay da meşguliyetsiz olmak için çalışan kalabalığı hatırlatıyordu. çünkü hem yukarıda güneş dikiliyordu, hem de aşağıda toprak keyif çatıyordu, şemsiyeyle örtülmüş sokakla alay eder gibi!
saga'nın canı sıkılıyordu
birileri de ıslanmalıydı artık!

derkeeeen, bir tanıdığını gördü dört yolun ortasında. sırıta sırıta yanına yürüdü. lacivert bir gömlek giymişti adam. hmmm%^&/parfümü de hiç fena değildi!
gereğinden fazla okunur bir haldeydi, dudaklarında kahkaha atmakla, somurtmak arası geniş bir yol ve gözlerinde bir öpücük için bütün şehri boşaltacak cesaret!

saga'nın aklına martin scorsese geldi. çünkü oyuncu isimlerini bir türlü ezberleyemezdi. şu filmlerinde hep oynattığı sarışın hollandalı adamın karakterlerinin hepsi soluk borusuna kadar şöyle bir geeldi ve sonra da gitti.

bir obsesif, bir lider, bir suikastçi, bir eşcinsel, bir mafya, bir.... iki..... üç... saga adamın kulağından kulaklığı çıkartıp, kendi kulağına taktı.

çalan notaları duyduğunda, adamın yerinde olup, saga'nın suratına bakıyor olsaydım; onu sarsar kendine gelmesini söylerdim.

ah,benim de boyutum yoktu ki!

müziği dinliyordu ve dosdoğru adamın yüzüne bakıyordu. tepkisiz.

ve size o an zihninde uçuşan cümleleri söyliyim;


"anlaşıldı, hala saray beyefendisi...!

bir dakika...+%+

ama +'^+?

hayır,

bu.....

sıkışıp kalm...

hayır, hayırrr

ikilemle çatırdamış parmakla...

hayır

sanki beklenedurmuş son çaT kapı!
fakat bu sefer ya dil kekeme ya sözcükler ay sonaTından aşağı gibi!

3. kolordu komutanın baba yadigarı kafatası ve hayatına amade TaTminsizlikler,
son Tahmin, ilk Temin ve Tekilliğin Tepkisel Tragedyası.

hayır, apTal!

yine Teklemeye başl....

Tamir gerekTiren Tarihin Tüm Tırnaklarını Teker Teker Tetikten......

daha Z'den yeni kurtulmuşken!

hayır...

bu şarkıyı çalmalıyım."


dedi ve yeniden algılayabilmeye başladı.
adam, elini saga'nın gözlerinin önünden bir aşağı bir yukarı doğru sallandırıyordu.

saga, heyecanlandığında cümleleri ile ses tonu birbirine düşman kesilirdi. sonrası da, bir matematik problemi. keskin kararın aşamatik şeması!

ya müzikçaları alıp kaçacaktı
ya da kendi eliyle yüzüne bulaştıracağı ve zorla adamın yüzüne de bulaştıracağı bir sohbet, iki tonluk utanç ve adressiz bir tanıdık daha! en büyük kayıp da, her insan diyalogunun getirisi bir heves kaybı.

sıradan bir sohbette herkes kendini konuşmanın lideri sanar. bu öyle şiirsel bir konsantrasyondur ki, hiç sapmadan tıkır tıkır devam, üstelik gün boyu!

saga, müzikçaları doçent kapkaççı ustalığıyla alıp, koşmaya başladı. adamın neden bağırmadığını, kaos yaratmadığını ya da peşinden koşmadığını düşünecek vakti yoktu.

beyni ve kalbine aynı dürtülerle emir vermeye başlamadan önce , parçayı çalmaya gitmeliydi. ya da bu ruhla en azından bir kez daha dinlemeye.

durdu.
bir banka oturdu.
şimdi ona bir nefes lazımdı, atmosferin iliğini sökecek kadar...
başlat tuşuna bastı.

18 yaşında bir kıza "yaşlanıyorum" dedirten herşey kulaklarında çınlıyordu. etrafına bakıyordu, oradakilerin hissettikleri yaşlanmak gibi birşey değildi. eskimekti!

ve bu şarkıyı besteleyen adam da aynı kendisi gibi yaşlanıyordu.

ekrana baktı.

"vivaldi- winter"

yazıyordu.

artık elinde sembolü de vardı. altı üstü, sembolü gösterecek ve kendisinden bir asırcık önce olup parçayı çalan adama yetişecekti.

koşma vakti...

ben neden onun bilinçaltıyla cümleler kurmaya başladıysam!?
sadece koşturup duran şaşkın bir kızdı. ve birazdan bir keman dersinin ortasına dalacaktı.

ah, şimdi sırası mıydı bunu söylemenin şuursuz ses!?
tamam tamam! sallama sen de o işaret parmağını daimi dinleyici!

buradan devam edelim madem!

kapıyı tıklatmasını bilirdi elbet! ama çıktığı yolculukta, trene binmek için izin mi alacaktı?
izin almaktansa, af dilemek daha iyiydi.

çaT kapı girdi içeri.
bir öğretmen, 4 tane de öğrenci vardı ama onun yerine ben görüyordum.

"winter'ı çalmalıyım!? yapabilir miyiz?" dedi saga

öğretmen, lastikle arkadan tutturduğu saçları ve esmer teniyle "yaşı mühim değil" dedirtiyordu.
diğer 4'ü gibi saga'ya bakıyordu. ve sanki diğer 4'ünden en az 4 hayat daha az yaşamış gibi gülüyordu.

"dur sana bir bakalım. üstün bir müzik kulağı ya da 7.his gibi bir yetenekle, hangi kışın rüzgarını hissetmek istediğine karar verdikten sonra bana sadece bir ders yeter. fakat senin kaç mevsime ihtiyacın var?"

dedi.
alacağı cevap için, merak, gözlerinde en ön sıraya biletini ayırtmıştı.
sanki buruşturulduğu her hayattan cümleleri sorumlu olmuş ve hala yaşamak istiyor olmasını da cümlelere borçluymuş gibi!

alkol alıp, yol kenarına sızan bir kör bile onun cümlelere olan aşkını görebilirdi. ama saga görmeyecekti. ilk yargılamasını yapmıştı bile!

"görüyorum ki, uzunluğu pek de sorun olmayacak. sizin için mütevaziliği kaç bin ışık yılı uzağa gidip almamız gerekecek kim bilir? ben 4 mevsimin hangi 4 tele denk geldiğini anlayana kadar siz de buna alışırsınız. sonra kışta buluşuruz."

dedi. o da gülüyordu.
şu tutkulu saçmalama yarışına dönecek gibi gözüken sohbe.......

"ders bitti. çıkabilirsiniz"

dedi adam, bana cümlemi tamamlatmadan!

4'ü birbirine baktı. birinin etrafa yoğun bir mor saçtığını görüyordum. ve mor, kıskançlığın rengiydi.

toparlanıp dışarı çıktılar.

devam etti.

"hikayenin başından söylemeliyim. son uyarım! yoksa ilk mi? aman canım!

bu odanın senden ve benden bağımsız bir ruhu her zaman var olacak.

ve sana nasıl istersen öyle hitap edilecek. ne istersen onu dinleyeceksin. çünkü bir anda duyduğun herşey, dinlemek istediklerin haline geliverecek. burada öğretimden bahsetmeyeceğiz çünkü notalara dair birşey öğrenmeyeceksin. benden de! odayı öyle benimseyeceksin ki öğrenmek diyince aklına ruhunun tattıkları gelecek. ve korkmak diyince, hissetmediğin her his için bir hayat daha yaşamak! ki bundan ister korkarsın, ister tüketemediğin ürpertici hazzı duyarsın.

şu andan itibaren teller, hissettiklerin ve öğrendiklerinin emrindedir "

dedi.
benim tanımış olduğum saga, şimdi;

"meğersem nota ordusuna yazılmaya gelmişim. sir yes sir!" derdi.

fakat susuyordu.
tahta duvarda asılı duran kemanlardan birini eline aldı.
ilk dokunuşunu yapmak üzereydi.
fakat, odanın içindeki kavram birliği nasıl bir sistem ile işliyorsa, adam saga'dan daha heyecanlıydı.

saga dokunuşunu yaptı.
kozmik düzenin barındırdığı belki en iğrenç ses çıkmıştı. ve o kadar iğrenç bir ses için gereğinden fazla yüksekti. odadaki küçük pencere olsaydım, duvarı terkederdim.

peki şimdi neden terk etmiyordum ki?

herneyse...!

adam

"işte bu!" dedi.
"onunla tanışman, onu öğrenmeye çalışan kalabalık gibi ürkek bir dokunuşla yumuşak bir ses elde ederek olmamalıydı!"

.........

sonrası mı?
insanların sahip çıkmaya çalıştığı herşeyi berbat edip, sonrasında pes edip, inzivaya çekilmesinin tek sebebi doğru yerde doğru soruyu sormasını bilmemesindendi zaten!

sonrası zaten bilmemkaç vakte kadar önce benim sonra senin belleğinde olacak ya!

asıl soru, ya ben, ilk çağdan beri buralarda takılıyormuş havasının illüzyonisti, anlatıcınız, kim?

19 Mart 2010 Cuma

tik.........tak............

tik......... tak! tik! tak.........

"kimse sana şarkı söylemiyor vedetta, sen söylüyorsun ya!
ben bu gezegende sadece anlık farkedişlerimin bir taneciğine şahitlik edecek şarkıyı arıyorum."
tik... tak.......... tik tak........

"bu kez zaman, geceden daha hilekar."

vedetta izliyordu. güneş, eşini beklemiş; gece olmuş ve bütün gücüyle eşine ışığını verip kaybolmuştu. daha önce de hissetmişti vedetta. büyücülerin ay'ı bekledikleri gecelerin hepsi, iki kedinin tırmık yarışından başka birşey değildi. biliyordu, ay tamamlanmış ve en parlak haliyle iktidarını sergiliyorsa, yıldız kasabasında; güneş o gece ona o denli yakınlık göstermişti.

şehirler de öyleydi! kadınların çekim kuvveti, geometrik ortası, kadınların boyunları ve kadınların fularları!

ve bütün şehirlerin altyapısı, kadınları tutsak etmek üzere tasarlanmıştı.

vedetta nefes almak istedi. tutsak hissetmeyeceği bir kare arıyordu. evi, ailesi, mumları, şarkıları, yürüyüşü........ bütün aitlik hissetikleri, saçlarının arasına gizlenmiş; arkasından seyrediyordu adımlarını. rüzgar eserse iyiydi! belki bir kaçı uçuşur da bir taksinin altında kalırdı.

eskiden, merhabalarıyla vedalarının kesiştiği o sokaktan 7 kez geçmeden evine gidemezdi. nefesi onu yine oraya götürmüştü.

"artık organlarım bile beni dinlemiyor" diyordu beyni.
beyni bile vedetta'nın farkında değildi.

tik..... tak.......!

hiç görmediği, hiç gitmediği, hiç tatmadığı, hiç yatmadığı, hiç içmediği, hiç........... bir kafenin önünde durdu ayakları.
içeri adımını atmadan önce, bir saniye berisinde hatırladıklarına dair herşeyi kapıda bırakmak istiyordu. yandaki kırtasiyeden bir makas çalıp, saçlarını kesmek; bir adamın başından aşağı yağdırmak saç tellerini! kıyafetlerini yürüyenlere dağıtmak! ve mümkünse bütün matematik derslerinin favori kelime ikilisi olmak istiyordu: "bakar kör!"

hiç birini yapmadı. çünkü şehrin altyapısını bozmasına çok kızacaklardı. ve elinden herşeyini alacaklardı.

ah yine aynısını yapıyordu! alsalardı ya! bütün istediği bu değil miydi?

kafeye bir adım attı. ufak bir gemi gibiydi burası. tavandan aşağı demir atılmıştı. buna bile sinirlendi vedetta, ama bastırdı sinirini. biliyordu, onun bu hale gelmesinde kaptanların hiç bir suçu yoktu.

büyük adımlarla cam kenarındaki masaya gitti. bütün arada kalmışlıklarına ithafen, hep kararlı yürürdü...

oturdu.
siparişini verdi.

tik.........tak......

aradan 3 saat geçti.

2 tane çay içmişti.

tek başına oturan bir kadının özgür hissetmesi, şehir planına aykırıdır.

garson geldi.
"iç huzurunu çaya atıp karıştıran kadın! peki. bir tane de benden" dedi.

1 saat daha geçmişti.

vedetta hiç çay sipariş etmemişti fakat yedinci çayını yudumluyordu.

en çıldırtıcı olanı; birileri, onunla ilgili onsuz planlar yapıyordu.
ve en ürpertici olanı da, bir kaç çayın onu bu kafeye bağlayacak olmasıydı. kendini ne zaman ömürlük tahtından indirilmiş bir kraliçe gibi hissetse, bu kafeye gelecekti. çünkü artık çay kaşıklarından bir taç onu burada bekliyordu.

vedetta ceketini astığı sandalyede bırakıp, dışarı çıktı.

farketti ki; taçların, nişan yüzüğünden-sigaradan ya da gözleri kapalı seviştiği vakitlerin hiç birinden farkı yoktu. o da diğerleri gibi, sırf orada kalması için patlayan ruhsuz flaşlardandı.

bir melodi girdi kulağından içeri. zihnine kadar gitti. ve ordan.......

hayır!

bir daha o kafeye gitmeyecekti.

12 Mart 2010 Cuma

bilmemne kemikleri

son 4 yıldır sık görüştüğüm hiç bir arkadaşımla dostun önü dışında bir yerde buluşmadığımı farkettim.
neyse! taa yazın başıydı. yine dostun önünde bekliyorum. ama böyle yukarıdan başıma bir damla su düşse, böyle kolum bacağım yerinden çıkıcak o kadar yorgun hissediyorum. malum şu gri sıcaklar!
irkilmekle gıdıklanmak arası birşey yaşadım galiba, ben de anlamadım!
sonra da bir ses; adamın biri telefonla konuşuyor.
ama o telefon dediğiniz kendi kulağına tutulup, ahizeye doğru konuşturur adamı. fakat tercih meselesi, adam benim kulağıma konuşmayı seçmiş.
telefondan değerli arkadaşlarına haber veriyor. kitabı çıkmış!
"hasancım 2 yıldır bunula uğraşıyordum. bugün dağıtıldı kitap evlerine, fantastik kurgu adı -bilmemne- kemikler"
ki bilmemne kısmını hatırlayamadığım için kendimi hiç affetmicem. belki huzur evine falan takılmaya başlarım. unutur unutur gideriz hepberaber orda!

--------
hera: hayır vericekler o hakkı size. gül teyzem olur mu aksi?
gül: olur kızım niye olmasın?
hera: ne olur ya?
gül: off... ben bir türlü bikini giyemicek miyim?
---------

neyse, yanıma baktım şöyle 2 saniye kadar. istifini bozmadan anlatmaya devam ediyor.
ama nedense karşısındakine hiç söz hakkı vermedi. şaşırdım! üzüldüm karşısındakine...! yazık dedim, adamı tebrik bile edemedi.

sonra bitirdi reklamını. aman canım! telefon görüşmesini işte! geçti yanıma iki saniye durdu. yine baktım. ama kararlıyım 2 saniyeyi geçirmeyeceğim. zira sabah anneme otobüs biletlerimi göstermişim, hepsinin numarasının içinde 2 var! hazır yeri gelmişken deneyimi de yaptım. sonra çevirdim kafamı. o da yürümeye başladı.

kendisi ilk adımını atar atmaz, aklımda ünlemler, soru işaretleri birbirlerine savaş açtılar.
"neden konuşmadın ki aptal?" "en azından ilk defa canlı reklam izlediğini söyleyip, başarılı performansı için tebrik ederdin?"

hep de öyle olur ya zaten! biz zamanlama probleminde birbiriyle yarışan insan ırkı için saat hep 16.04'tür. zarfların hepsi de 16.00da kalmaya mahkumdur! hahaha!
bir de "giden" problemi var ki hiç sormayın. hani sırf gidiyor ya, "e bir dursaydı da bari bir kelim..........."
halbuki, zaten gidiyor olması gerekir! bir kere de ufak bir tutku hissettin mi, asalak bir hayvan gibi yapışıp tüketmesen ya?
ya da bilmiyorum! tüket! sonra "yaşamadım" diye bunalıma girenlerdensen, serikatil olmaya karar verdiğinde listendekilerden olmak istemiyorum
tamam tamam... itirafların en tehlikelisidir ki,ben asalak olanlardanım! sen gel önce olması gerekeni afişe et. sonra da "ama ben öyle değilim ha" de.

neyse
adam, yazda kayboluverdi sonra.

geçen hafta celal aydının türev kitapçığına bakıyordum. sonra esrarengiz bir biçimde kitapçık yere düştü, sayfaları açıldı. işte tam anlamıyla o zaman vahiy göründü! evet mürtebat! vahiy göründü! sayfalarda türev alma kuralları, artılar, eksiler, sinüsler, cosinüsler... parlıyordu. bana "SEN BURAYA AİT DEĞİLSİN" diyorlardı.
aldığım vahiyle; sanki bulunduğum sokağa yağmur yağıyormuş ve tanrılar ebedi ruhlarına devrim yapmış da insanlar çıplak geziyormuş gibi ilginç bir his oluştu içimde. adı özgürlük olsa gerek!
tam kulağıma kulaklığımı taktım. müziği başlatıcam. bir ses!
sağa gidiyorum geliyor, sola gidiyorum geliyor.
döndüm arkamı.
bu surat tanıdık! o sakallar! bu boy! zira adam benden kısaydı, nasıl unutabilirim düşünsene!
diyor ki; "ikinci baskıyı verdik abi....................."
o sırada parmaklarım, beynimden bağımsız kararlar almaya başlamış olucak, başlat tuşuna bastım. müzik açıldı. gerçi tori amos'un kissing in the rain'de kalmışım en son, hiç de sövmelik değil. ama ne işe yarar! "adam" da duysa neyse!
karanbolde son söylediğini duyamadım. o sırada koluma çarptı, tam müziği durdurmayı başardım! pardonun "don" unu duydum.
algılamaya çalıştım. adam da resmen ağzımdan çıkacak sözcüğü bekliyor olacak, yavaş yavaş yürüyordu. sonra hah! dedim, pardon dedi bana.
ama ben cevap verene kadar gitti.

yani hala.......

ne kitabın adını ne adamın adını biliyorum!
üstelik bütün kozmik düzen adamı bana kasıtlı olarak yönlendirmişken!
işte şimdi, bu zaman dediğimiz doğaçlamanın, "huysuz" kelimesinin esin kaynağı olduğunu görebilirsin.
biraz dursaydı da, ben de o sırada müziği kapatsaydım... adamı kolundan tutup
"psikolojik sorunların yoksa benimle evlenir misin?" diyebilseydim.

neyse, artık 3. baskıya diyor şapkamı çıkartıp selamlıyorum seni!

athenaeum