22 Mayıs 2010 Cumartesi

-15-

saga için o sabah, ikiyüzlü finalin yüzsüz piramidi...!+'^&

saga herhangi bir günün sabahında gözlerini açtığında, duvara çivili istanbul afişi düşmüştü.
ve o gün 17 ağustostu!

o sabah uyandığında da yastığının yerinde, masayı buldu. üstelik soğuk kahve bardağı devrilmiş ve kahve yere dökülmüştü.

"selam kaos günü. bugün sana inat katil olmayacağım" diyip, günü karşıladı.
-----------------

evden çıktı, bir keman dersine doğru.

vardığında; keman hocası, saganın 1 ay önce içinde ne olduğunu merak ettiği, çamaşır suyu bozmasından lekeli, ağır ve sağır kemanla oynuyordu.
saga geçti oturdu.

"buranın 2 sokak altında, acayip bir şelale var. altını sokak lambalarıyla aydınlatmışlar! orda kavga eden iki gerzek gördüm. ayrıca, o kemanın neden o kadar ağır olduğunu merak etmiyorum değil!" dedi. güldü.

keman hocası da, gülerek

"dilimde sakladığımı söylediğim anahtar içinde de ondan! ayrıca şelale kim?" dedi ve baş parmağını ısırdı. yeryüzünde duyulmuş ya da duyulmamış, en saçma cümleleri kurduğunda hep böyle yapardı.

cıvıdılar

"hiiiç, altı aydınlık cinsiyeti belirsiz bir orospu işte"

"bizi tanıştırsana"

"tanıyorsun"

"nerden?"

"isa, muhammed, musa, buda olmak isteyip, tanrıya inanmamak istediğin anlar varya, işte o anlarda aynadan. "

"çünkü, her adam gibi ben de muhalefetsiz iktidarı sırf çüküm için istiyorum öyle mi?"

güldüler.

ve keman hocası cebinden 2 zar çıkardı

"yine başlıyoruz" dedi içinden saga.

oyunlardan, hayatı boyunca bir kez bile sıkılmamıştı. çünkü oyunlarda gerçeğe bağlılık, bir kaç japon balığın sohbeti gibiydi. aynı kurallar içinde oynanıp dursa da; her hamle, oyunu başka bir yere götürür ve bir kaç saniye içinde geride bırakılan saniyelerle ilişki kalmazdı.

ama bu oyundan sıkılmıştı.
çünkü bunun gerçekle arasında bir atomluk bağ bile kalmamıştı.

---
ki, dünyada rulet kadar tehlikeli tek bir oyun varsa, o da iki hayalcinin oynadığı monologların kesişmesiyle başlar.
çünkü önce, gerçekler ve düşler birbirine karışır. sonra oyun gerçekten kopmaya başlar.
gerçekten tamamen kopulduğunda, oyuncular artık birbiriyle oynamak istemiyordur aslında.
ama iki dünyanın içinde de, düşler ve gerçekler birbirine o kadar benziyordur ki, neyden koptuklarının farkına bile varmazlar.
birbirlerine karşı hissettikleri hırs ve kırılganlık, büyür.

ve sonunda. iki taraftan biri gerçekle karşılaşıp, iticiliği gördüğünde; cinayet vaktidir.

hiç "yine mi?" deme!
cinayet, birbirini tanıyan bütün insanların, artık tanımak istemiyor olduğu yerin baş kahramanıdır. bir kez elini atar ve herşeyi bitirir. HEPİNİZ KATİLSİNİZ.

ki, birbirini tanımayan insanların arasındaki ölüm festivaline de, cinayet mahali denmez zaten.
o, yatak odasıdır.
---

her zaman olduğu gibi, saga taşları keman hocasına doğru oynarken, keman hocası zarları yukarılara atmanın hesabını yapıyordu.

dolayısıyla
arifesi ve girişiyle, adem ile lilit'i kıskandırabilecek bir günü, birbirlerini hiç tanımıyorlarmış gibi geçirdiler.
keman hocası sebepsiz gergin, saga ise hayal kırıklığının yanına uzanarak.
saga, kendini gece vakti denizi izlemek zorunda bırakılan, yosun tutmuş bir taş gibi hissetti.

saatler geçti
bu samimiyetsiz oyuna sonra yine merhaba demek için, son konuşmalarını yapmaya başladılar.

keman hocası,
"son zarları atıyoruz, eğer ben büyük atarsam, şu içinde ne olduğunu merak ettiğin kemanı hayatın boyunca açmayacaksın; sen büyük atarsan keman senindir." dedi.

saganın gözlerinin içine vahşikarakuşlarordusu birikti.
zaten söylemesini bile severdi, birbirini niteleyen sözcüklerin zincirlenip de esas sözcüğe yapışmasını.

kocasıromantikfilmçekenkadınçığlığı
ejderhaateşigibipüskürenharflerbirliği

hatta anlamsız bile olabilirdi!

yedibiriktirenisimlerinikirciksilüeti

--
sırıttılar.

keman hocası attı ve 4 geldi
saga attı, ve ona da 4 geldi

bir daha attılar!

keman hocası,3
saga,3

bir kez daha attılar!

keman hocası, 6
saga, 6

bir kez daha!

keman hocası, 1
saga,1

------
zaten gergin olan keman hocası,
"bence ikimizin arasındaki bu düzeni kabullenip, olduğu gibi bırakalım. ben de sana kemanın içinde ne olduğunu söyliyim" dedi

saga, gün boyu ona karşı o kadar hırs dolmuştu ki;
"eşitlik yani... bahisi sen teklif ettiğine göre hanginizin sınavı, odanın mı senin mi? devam et!" dedi

attılar.
keman hocası, 5
saga , 6

"kazandın"

"ödüllendir o zaman"

keman hocası, küçük adımlarla duvara doğru gitti.
kemanı indirdi ve sagaya verdi.
hiç birşey söylemedi.

saga, kemanı alıp odadan çıktı.
evine gitti.
kemanı kırdı.
öyle bir hızla, üzerine indirmişti ki çekici; kemanın telleri fırlayıp elini kesmişti

kemanın içinde, çimentodan bir tablet duruyordu.
üzerinde bir dil resmi ve dilin üzerinde de "harikaydın" yazıyordu.

saga durdu, işte bu iş tam burada bitmişti.

yani saga için o akşam, ikiyüzlü finalin yüzsüz piramidiydi...
--------

yersiz bir iltifat, çift taraflı keman hocasını ele vermişti.

sanki sagayla ufak birşey yaşadığında; saganın gözü kendisinden başka hiç kimseyi görmeyecek, diğer halihazırda ayşe hatunlar gibi ilgisi onun üzerinde kalacaktı.
o da o yüzden sadece uzaktan uzağa cümle kurma aşkını tatmin ediyordu.

saga farketti ki; bütün süslü cümleler ve hayatlar bir eksiklikten geliyordu.

bundan böyle, nerde konuşmasındaki ilgiyi, gerçekte vermeyen bir adam görürse aklına keman hocası gelecekti
ve isminin üzerine, yüzlerce "korkak" kelimesini birleştirerek X atıp, hayatının bir köşesinde çürümeye bırakacaktı.

sonra elinden yere bir damla kan düştü...
saga görmedi. üzerine bastı, ve geçti.
geçti...
geçti......
geçti................................

18 Mayıs 2010 Salı

-14-

Zeu, bir kadınla yattıktan sonra ne zaman "seni seviyorum"u duysa,o gece saman trenini yakar ve uyurdu.
sabah kalktığında saman tren yeniden toparlanmış olurdu.
zeu, yakmak için saman treni seçmişti, çünkü o da onun içinde yaşayan birşeyler olduğu hissediyordu.
adı gibi de emindi halbuki! o treni kendi elleriyle yapmıştı ve içine hiç birşey koymamıştı!
ama geçirdiği ufak hafıza kaybını düşünürsek, zeu'un belleki haritası pek de güvenli değildi.

bir gün, zeu yine bir kadınla yattı.
sonuç değişmemişti. "seniseviyorum" yine karşısındaki organizmanın ağzından çıkmış, duvarlara çarpmış ve zırh haline gelmişti.
zeu için "seniseviyorum"un bu kadar karıncalandırıcı olmasının sebebi buydu.

bilirsin ya! içeride biryerlerde besberrak bir su bütün vücudu sarar. kemiklerin eylemlerine ve göz kapaklarının duruşuna yön verir. eğer miktarı haddinden fazlaysa gözlerin üzerini kaplar, önce parlatır. daha da fazlaysa kör eder. iç kemirmekten beslenen bu akarsuyun adı sevgidir!

ve "seni seviyorum" ağızdan çıktığı anda; sevgi, bütün bu yan etkilerden sıyrılır.

çünkü beynin cümle kurdurma eylemi de bedenin içindeki hislerden beslenir.

mesela bir adam, "siktir git" dedikten sonra karşısındakinin gitmesini istememeye başlar!
komutanlar, emir verene kadar komutandır, askerler için bile emir verildikten itibaren komutanlıklarının bir önemi kalmaz!
ve bir kadın, çocuğuna "doktor ol" diyorsa, söyledikten sonra önemsememeye başlar. o söylemiştir. geri kalanı, çocuğun kalemin ucunu nereye tuttuğunda haz alacağına bakar.
tanrı inancı da bu yüzden, arkası bomboş bir pamuk yığınıdır. zira insanlar varlığından emin olamadıkları hikayeler üzerinde çok daha fazla konuşurlar.

yani bedenden dışarı çıkan his, içeriyi bomboş bırakır. golsüz bir oyun gibidir, pas atmak üzerine kurulu...
anlicağın, "seni seviyorum" demek, "artık sevmiyorum" un elçisidir. samimiyetsiz duruşu da burdan gelir.
sahi, ordan bakılınca da dünyanın en eksik cümlesi olduğu anlaşılmıyor mu!?

herneyse canım!+'^&
vücudun yaratılışı da budur ya işte, içinde kendini titreten birşeyler varsa, onu dışarı atmaya bakar.
kısacası "seni seviyorum", sevgiyi ya kalkan haline getirir ya da dışkı.

ve yazarlar bu yüzden şanssızdır!

zeu için...

zeu da, bu döngüye daha fazla dayanamaz. o gece treni ikiye böler.

---------------

zeu ile saga tanışalı 4 yıl olmuştu.

ve saganın içinde ne zaman biriktirecek yer kalmasa, soluğu zeu'un yanında alırdı.
soluğu olmadığında da telefonu eline.

işin garip yanı, zeu'un saganın hayatındaki misyonu ne kadar "terapist" olsa da, saga zeu'la en çok psikolojisinin bozulduğu kısmını severdi.
eğer olur da zeu kavga edemez duruma gelirse, onu gümüş bir kurşunla öldürecekti.
evet gümüş kurşun! çünkü zeu ne bir örümcekti ne de insan. daha efsanevi bir yeri vardı.

ve işin uyuz yanı da zeu'un profesyonel bir yavşak olduğu kısmıydı.
ya da belki çekici kısmı!?+'^&/

ki, saga bir gün işlerin uyuz yanıyla çekici yanını ayırt edebilmeye başlarsa, dünya çok farklı bir yer olacak.

saga o pazartesi, hayatındaki hikayelerin yeterince sıkıcılaştığını farketti.
zeu'un evine gitti. görüşmeyeli de 1 yıl olmuştu. ve elbette görüşmemeleri, yine gerzek bir konu üzerine en gerzek tartışmanın, gerzek sonucuydu.
yani, iki gerzek bir araya geldiğinde ortaya süsü gerzeklik olan bir ilişkiden başka ne çıkardı ki?

fakat, hiç birşey olmamış gibi konuşmaya başladılar.

evet. zeu oluşumunu tamamlamıştı.
saganın oturduğu iki kişilik koltuğun arkasında duran sandalyeden neler yaptığını anlatırken, saçlarının önünü düzeltip duruyordu.
ve saga, aralarındaki çekimi 1 yıl aradan sonra tekrardan hissettiği için gülme krizine girmek üzereydi.
düşünsene! saçlarını düzeltişi bile çekici gelmeye başlamıştı.

neyseki hissettikleri pusuda durma konusunda yetenekliydi.
üstelik onda da olduğunu gayet iyi bildiği bazı titreşimleri, hiç ortaya çıkarmamıştı daha önce. bu yüzden hiç zor olmayacaktı saklaması.

sohbet devam ederken, zeu gelip saganın yanına oturdu. saga da kucağındaki yastığı alıp onun bacaklarının üzerine koydu.
terapi vakti olduğunu söyleyip, yastığın üzerine yattı.
ve 1 yıldır neler yaptığını anlatmaya başladı.

zeu, her zamanki gibi kendi halinde çözümlemelerini yaptı.

saga sonra ona keman öğretmeninden bahsetti.

zeu, o ana kadar dinlediği hiç bir hikayeye olmamasına karşın, bu hikayeye karşı dişlerini göstermişti.

saga ile zeu'ın yıllar önce bir muhabbeti vardı. 30 yaşlarına gelip, durulmaya başladıklarında beraber yaşayacaklardı. ve devamında, o zaman gelene kadar birbirlerine dokunmayacakları da sözsüz bir anlaşma gibi imzalanmıştı.

ve galiba zeu'un dişlerini ortaya çıkartan da
saga'nın amaçsızca söyleyip üzerine güldüğü, şu cümle olmuştu
"kısacası, ona senden daha önce dokunacağım."

o da
"öyle mi? iddaasına var mısın?"

demişti.

aradan yarım saat geçti.
saga koltuğa uzanıyordu. zeu da onun beli hizasında oturuyordu.

zeu yaklaştı,
"ben farkettim ki, aslında beni çıldırtan tek şey dudaklar. öpmeyi seviyorum" dedi.

saga anlamıştı.
o mesafeden gözlerine bakarsa iddaayı kaybedeceğine emindi.
içgüdüsel bir hareketle onun gözlerini kapadı.

işte olay tam orda şifresi çözülmüş bir cinayet öyküsüne dönmüştü.
zeu o ana kadar saga'nın ona karşı hissettiklerinin böyle güçlü olduğunu hiç farketmemişti.

1 saat boyunca, o yakınlıkta durdu sagaya.
saga sövdü, tokatladı, tehditler savurdu.
zeu, hepsinde de aynı şekilde saganın yüzüne bakmaya devam etti. sadece tehditler sırasında biraz gülmüştü.

çünkü tehditler de olayı tamamen açık hale getiren cinstendi
"bu evden çıktıktan sonra, bunu unutmicam! burnundan getiricem! sen bugün çizgiyi geçtin!"

saganın bu kadar çıldırmasının sebebi, zeu'un o mesafede durup bir türlü öpmemesiydi.
çünkü öpse, onu suçlayacak, bir güzel dövecek ve evden çıkıp gidecekti.
İŞTE ZEU'U FARKLI KILAN ŞEY BUYDU!
ÖPMEYİP, SAGA'NIN ONU ÖPMESİNİ SAĞLAMAYA ÇALIŞACAK KADAR SABIRLI VE PSİKOPATTI!

sonra saga durdu, içindeki intikam dürtüsü devreye girmişti.
tehditleri kesti, vurmayı da. sonra zeu da sıkıldı. ve evden çıktılar.

zeu, saganın kafasında dönenlerden bir haberdi.
saga içinden
"muhabbet arasında, sevgilin, dostun, annen, oyuncağın, trenin, ateşin ve sırayla diğer herşeyin oldum. ama farketmeliydim gerizekalı... sen sıfatlarda hep başarısızdın. bana taktığın bütün sıfatların başında bir de "muhabbet arasında" olmalıydı. ve bir adamın dediğinin tersine, ben hiç bir zaman tırnak içinden çıkmamalıydım."

diyordu.
zeu'un bundan sonra yapması gereken, ruhunu dikkat etmekti.
çünkü gayet iyi biliyordu ki, dünyada savunmasız olduğu tek kadın saga'ydı.
ve işin tehlikeli yanı, saga için artık uzun süre "zeu'saga" olamazdı.
zeu yanına "s" alma hakkını kaybetmişti, efsanevi kısmını kaybettiği gibi.

o gece zeu treni yeniden birleştirdi.
sonra uyudu.

saga, penceresinden girdi. ve onun için treni yaktı.
düşündü
kim bilir; kendi yaşadığı dünyanın felaketleri, hangi sorumsuz tanrının duygusal eksikliğinin sonucuydu.

ve o gün çok önemli birşey farketti;
bir erkek için "seni seviyorum" u duymak ne kadar iticiyse,
bir kadın için, varlığını hissettiği ama özenle saklanan hislerin, bir anda eyleme geçişi o kadar iticiydi.

16 Mayıs 2010 Pazar

!?

kızlar annelerini kendi dünyalarının varlığıyla, anneler kızlarını kendi dünyalarının kurallarıyla yargılıyor.
bütün kadınlar çıldırmış.

14 Mayıs 2010 Cuma

-13-

iskele alabanda%^+/(
gemi kıyıya yakın, suya demirlerini atarken saga beklemeye dayanamadı, iskeleye atladı.

yolculuk 13 gün sürmüştü.
ailesini 1. dünya savaşında kaybetmiş bir yelken hakimi için bile, tam 13 gün.

13. günde yolcuların geri kalan kısmı, başta sarhoş sarhoş dinledikleri denizin şiirsel uğultusuna katlanamaz hale gelmişti.
ilk günler birbirini gıdıklayarak güverteye çıkan çiftlerin yolu:yatakhane katının koridorları, suratları kefen tutmuş adamlar ve saçları terden kafatasına kadar yapışmış kadınlarla dolmuştu.
"buralarda biryerlerde teleport odası olmalı" diye düşündü saga+^'&
"ya da yazar beni bir lanetli gemi hikayesinin ortasına attı!"

saga için, dünya yörüngesine yeniden girmişti.
bir zehir, yine huzurunu kemirmeye başlamıştı.

fakat bu hikaye için "zehir", çok kahramanca bir kelimedir.
bir silahı rahatça eritebilir ve erittiği salisenin silahı kabul edilebilir.
aklında, kaldırıma zift kıvamında akan bir silah canlandıran şaşkalozlar için...
silah eritmek fiziki bir işlem değildir!

zehir gibi o da, iki beden arası çekimin içine sıçmak için, beyinde birikmiş üstünlük hissinin düello malzemesidir.

bir kadının zehri ve bir adamın pimi çekilmiş bombası olabilir. çünkü şarjörler, birden fazla defa kullanılabileceği için, adeletsiz savaş sahalarının biblolarıdır.
ve ilişkiler de, kuralsız olmak için savaş verir fakat adaletsiz savaşları barındırmamak gibi bir kuralları vardır.
o yüzden şarjör barındıran herşey yavşak işidir!

kahramanca diyorduk...
bir kadın başka bir bedenin orak izini taşımadan yaşayamaz.
zehir de bu yüzden epiktir.
zehir saçmak; orağı atomlarına ayırmak! +'^&/=^'

huzur diyorduk...
huzur da, dönem dönem sagaya uğrar ve bando eşliğinde giderdi.
huzur işte... hanginizinki şovu sevmez?!%^+/

saga'nın huzurunun da bu seferki şovu; gemiden iskeleye sıçradığında, ölünmez adamın arkasından bağırmasıyla oldu:

"10 gündür burda 24 saat beraberdik saga! aramızda görünmez bir ip bile bırakmayacak mısın?"

saga, arkasını dönmeden cevap verdi.

"13 gün suldor..."

"ilk gün ki toplu yemekte kalabalıktan kurtulup, odaya geçmek istediğini söylediğin zaman anlamıştım. günleri, saatleri ve saniyeleri sadece arkanda bırakmak istediğin birşey varsa sayıyorsun. "

saga içinden saymaya başladı

1,2,3...........

10 Mayıs 2010 Pazartesi

-12-

kaldırımlardan da sıkılmıştı saga.
en kaçağından, bir gemiye bindi

kaçmak için, kaçak birşeylere takılmaktan daha güzel bir yol yoktu ki.
çünkü ne zaman hevesle meddah olmaya çalışsa, adım attığı sahneyi eli kalem tutan örümcekler basıyordu.
eh, saga da örümcekleri sevmez değildi ama...
olay da bu ya...
sabahı çıkardığında baş ağrısıyla lanetleyen, 6 bacaklı 3 cinsel organlı gece bekçilerinin üzerine basmanın vakti gelmişti.
ve hepsi de gecenin, coğrafyanın incelemeye korktuğu iklimi yüzündendi.
önce biraz bahar, ne istediği bilen sırıtmalar
sonra biraz yaz, iç kesimlerde beyaz yağmuruyla feyyaz, alaz, dıranas
hemen ardından sonbahar, sabaha karşılaşılacak yüzleşmenin haber verdiği kar
sabaha karşı kış, kovmamak için zor tuttuğu bir gecelik battaniye için zoraki sırıtış

ki zaten birşey sırıtmayla başlıyorsa, sırıtmayla bitmek zorundadır. bkz. samimiyetsizliğin, üzerinde özensizce düşünülmüş komplo teorisi!?

kısacası, en fazla 4 saat sevilmeye mahkum örümcek ordusuna okkalı küfürler savurmak,saganın öğlen saatlerinin alışkanlığı haline gelmişti.
yani saga sözlüğü de, bir kelime daha işlemişti, inşaat sırasında işçilerinin şehri terk ettiği sayfasına:
"örümcek: gece saatlerinde tüylü bacaklarından yararlanılmasına rağmen, sabah saatlerinde onları teker teker kopartma dürtüsü uyandıran, beklentisiz, bir günlük yoldaş. bundan böyle hevesi alınanlar klasörüne aittir."

hah! gemi diyorduk!
saga da gemiye, gerçekçi birşeyler bulmaya gitti.
çünkü daha önce bir kaptanla tanışmıştı ve uzun süre kabullenmek istemese de, kaptan onun hayatını değiştirmişti.
olmak istediği kadın olmasını sağlamış ve sonra da siktirip gitmişti.
hala zaman zaman arkasından iki damla gözyaşı döker saga, o da yarım kaldığını hissettiği bir resim için.

gemiye adım atar atmaz, sanki onun ruhu bütün sulara yerleşmiş gibi hissetti. ve günah çıkartır gibi bir kaç cümle döküldü ağzından.

"kaptan... seni özlüyorum, şükür ki bir daha yanımda olmayacaksın."

çünkü saga, hayatı boyunca bir tek kaptanın yanında kendini güvende hissetmişti. özlediği şey de buydu. kendini onun yanına öyle ait hissetmişti ki, herşeyi bırakmış, kaptanın ilerlemesini izler duruma gelmişti.
yani saga da, güven ve aitlik hissettiği anda, hayatı bırakan akılsız türdendi.

ama dersini almıştı. gardını da.
bir adamla oynadığı titanik oyunu gelmişti aklına. o yüzden gözüne geminin burnunu kestirdi.
oraya oturduğunda ilk defa anıları, yükmüş gibi gelmiyordu.
işlediği cinayeti, yattığı adamları, kırdığı dostlarını, hatta yırttığı kağıtları ve tırmaladığı suratları yanında bulundurması, gülümsetiyordu onu.

gerçekleri, bir delinin kafasındaki karnaval kadar huzur dolu hale getiren neydi, anlayamadı.
ben, yaklaşan bir büyücünün etkisi diyorum.
eğer büyücüler gerçekten varlığını sezdiriyorsa, dediği gibi bir delinin.

zaten hep öyle olur, birşeylere farklı bir açıdan bakmaya başladığın anda, hayat kafanı ikinci kez karıştırmak için zemin hazırlar. ve bütün zeminler, öncesinde baktığın olay için seni rahatlatır.
ama döngüler, güzeldir.

saga, adım sesleriyle karışıp gıcırdayan tahtalardan anladı.
biri yanına yaklaşıyordu.
"dur" dedi
adam durdu.
saga arkasını döndü.

ÖLDÜRDÜĞÜ ADAM CAPCANLI KARŞISINDA DURUYORDU.

arada bir hayatının tanrının özel oyuncağı olduğunu düşünüyordu.
nerde olamayacak kadar saçma bir tesadüf varsa, onunla karşılaşmak zorunda kalıyordu.
ve yine o cızırdamalardan bir tanesiydi!?42^&^/'^'^+'!+!

ruhundaki bütün dinginlik, geminin çürüyen tabanından içeri kaçıştı.
adam burda karşısına çıktığına göre, intikam peşinde olabilirdi.
saga, belki ona sol anahtarını geri verirse canını kurtarabilirdi!?
ceplerini yokladı.
SOL ANAHTARI YERİNDE YOKTU.

o an yaşadığı telaşı, en son mavi bir otel odasında, sigarasını yakmaya çalışırken kibritin yatağa düşüp alev aldığı an yaşamıştı. çünkü kırmızı ve mavi yanyana durduğunda mutlaka boktan birşeyler olurdu.

ama adam, hiç de intikamcı bir örümcek gibi gözükmüyordu.
hatta saga utanmasa, onun bir örümcek olmadığını düşünecekti.
bu gemiye bir örümceğin bineceğine inanmıyordu.

adam
"gemiden inene kadar elini hiç açmamanı sağlayabilirim" dedi.

saga elini uzattı
"al, yap hadi" dedi

adam, saganın avcunun içine birşey koyup, elini yumruk haline getirdi.
işte bu gerçekten acımasızcaydı.
çünkü saga, hediyeleri, karşısındakini surat ifadesini görmekten mahrum bırakmak için, ancak o gittikten sonra incelerdi.
adam saganın avcunu açmayacağını biliyordu
saga da adamın, intikamların en eğlencelisini aldığını.
avcunun içinde, lastiğimsi bir yapı vardı. bir yerden sonra kendini tam katı bir maddeye bırakıyordu.

intikam, manevi bir zarar vermek üzere tasarlanmıştı.
avcunu açsa, karakterini çiğnemiş olacaktı.
açmazsa meraktan çıldıracaktı.

aradan yarım saat geçti. saganın yüzü sarardı.
adam dayanamadı:
"sol anahtarı için beni öldürmeye çalışmana gerek yoktu. istesen verirdim. şimdi yaptığım gibi"
dedi.

saga, elinde ne olduğu artık biliyordu.
en umarsız ve ölümcül dokunuş buydu. çünkü beyniyle, kalbi arası biryerlere dokunmuştu. bu da uzayın bilinmeyen iki ucundaki iki gezegenin arasındaki yolu görünür kılmıştı.

avcunu açtı. sol anahtarını boynuna taktı.
anahtar, derisini eritiyormuş gibi acıtıyordu biryerlerini.
ve acıyan yeri kesinlikle derisi değildi.
anlayacağın işkenceler kentine, çarpık bir düzen hakimdi.

çürük tabanın arasına kaçmış dinginlik de yukarıyı şöyle bir kolaçan etti. sonra saganın bedenine geri dönmeye karar verdi.
herkes kendini ait hissettiği yerdeydi.
saga dahil.

gemiye ilk bindiğindeki gülümseme, yine yüzüne yerleşmişti.

bunu farkeden adam
"bunların tek bir sebebi var. gülerken gözlerinin ışıldamasını seviyorum" dedi

birileri, blue hotel'i çalmaya başlamalı diye düşündü saga. çünkü o an elinde duran silaha, ve içindeki ölüm tacirine rağmen, dolunayın ışığı onu aydınlatmaya meyilliydi.
bir şekilde şefkat duyuyordu karşısındaki adama.

işte bu, en tehlikeli adam türüdür saga gibi bir kadın için.
ortada hiç birşey yokken kibarlığı ve üzeri sevgiyle yamanmış cümleleriyle, yanındayken huzurlu hissettirir. ÖLÜNMEZDİR. yani öldürülür ve ölmez. kendini tanıtmak ve sevdirmek için, atom çekirdeği kadar bile çaba harcamazsın ama o, seni çözmeyi çoktan g13 projesi haline getirmiştir.
sonunda ya bir anda kendini alışmış ve kopamaz halde bulursun ya da onun kalbini sürekli kırdığın için duvar tırmalatıcak cinsten bir sorumluluk altında.

"ama beni tanıman için, hiç çaba harcamadım. seninkisi hiçbirşeyden yol almak" dedi.

adam, bir lafın nereye gidiyor olduğunu anlamak konusunda, tanrısal bir vizyona sahipti:

"galaktus, dünyayı istediğini söylediğinde insanlar "neden dünya!?" demişlerdi. galaktus, rahat ve sinsi bir şekilde gülümsemişti. ve sadece "çünkü o sizin" demişti. ben de o an anladım, galaktus elde etmek isteseydi bu kadar uğraşmazdı. o sadece uğraşmak istiyordu"

dedi.

------------------------------------

saga, o günün gecesi yine geminin burnuna gitti.
beyninin bitkisel yaşamdaki her hücresi, kendine gelmiş ve birşeyler farketmişti.
bir örümcekten ve bir aşıktan farklı olarak, o adam karşısındaki kadını yaşıyordu.
ve saga artık biliyordu; dirilmeyi başaran tek bir adam dünyayı başka bir yer yapmaya yeterdi.

sonra bir şarkı mırıldandı kaptan için... hatalarını tekrarlamayacaktı.
thank you india
thank you terror
thank you disillusionment
thank you frailty
thank you silence
thank you thank you captain

5 Mayıs 2010 Çarşamba

-11-

saga, o gelmeden kutlanıp bitmiş doğum gününden çıktıktan sonra tek başına bir bara girdi.
sinirlenip, almadığı mektupları düşünüyordu.
neyse dedi, "almadıysam, cümleler nereye gideğini düşünsün"
sonra vazgeçti, "şimdi bana gelmek isteyen cümleleri başkalarına gitmeye mi zorlamış oldum!?"
durdu, "amaaaan, ille de bana gelmek istiyorsa, bak 7 koridor var burda. girer birine gelir."
hareketlendi, "ama hevesleri de kırılmış olabilir."
dirseklerini masaya, ellerini saçlarının bitip yüzünün başladığı yere yerleştirdi, "ama zaten heveslerini yerine getirmek için, gerekli cümleyi söyledim"

mektupları, ittirmiş ve arkadaşlarına "bu mektupları alın, kestiğiniz pastanın tadını da yazıp verirsiniz. merak ediyorum da" demişti.

ellerini yüzünden çekti, "hiç ders verme saga, sorumsuz insanların yanında olgun olmak hiç bir işte yaramıyor"
dudaklarını büzüp, üffledi, "1 yılın analizini 20 farklı şekilde reddettim. hepsinin hafızasında farklı bir biçimde"

barda tori amos'dan "sorta fairytale" çalmaya başladı.
tori amos, tecavüze uğramıştı. ve ondan sonra piyano tuşlarının libidosu gibi şarkılar yapmaya başlamıştı.
ve saga sorta fairytale'i hep sakinleştirici olarak kullanmıştı. ama bugün bir işe yaramadı.
bardan çıktı.
evine doğru yürüdü.
varmadan, evinin bir üst sokağında tacize uğradı.
"yuh..." dedi. "tori amos enerjisi bu olsa gerek."

kim bilir, bir şarkı daha dinleyip sakinleşmese ne olacaktı? ya da tori amos, kimin şarkısını dinleyip sakinleşememesi yüzünden tecavüze uğramıştı?
ya da, hangi kompleksli büyücü, halkını söylediği şarkıyla yatıştıramaması yüzünden bu laneti başlatmıştı? ya da, jigglypuff buna gönderme olsun diye yaratılmış bir karakter miydi?
ya da............
derken! bir araba hızla saga'nın üzerine geldi!
çarpmadan durdu.
içeriden bir adam, camı açtı. kafasını kollarıyla beraber dışarı çıkardı.
o görüntüyü alıp, gündüz vakti bir otobana koysa; şehirde yapacağı birşey kalmadığını düşünen 3-5 adamın, özgürlüğünü gövdesinden yukarı aktarıp, arabanın camından dışarı "vuhuuuuuuuuuuuuuuuuuuuu!!!!!!!!!!" diye bağırma sahnesi olurdu.

"özür dilerim" dedi. ve gitti.

saga sakinledi.

tek ihtiyacı olan şeyin bir özür olduğunu anladığında, kendiyle periyodik olarak 5 dakikada bir dalga geçti.

_

dünya yanıyordu, ben seni öptüm
dünya yanarken ben seni öptüm
ben seni bir öptüm, dünya yandı...................7^&'+&+'^/&^'4

1 Mayıs 2010 Cumartesi

mekt-up

o gece saga'nın ağzından , dünyanın daha önce görülmemiş bir toprağına yolculuk etti cümleler. bir kılıca rastlayacaklardı.
rastladılar.
bilenip rüzgara karıştılar, bir adamın kulağına gitmeye yolcu:

"sadece bir şişe daha, seni görmem için; sonra bir şişe daha, kırışık suratını görmemem için

ben derim ki bukowski, klonlamayı tartışmak için geç kaldılar dünyanın dört duvarı beyin tacirleri...
bir işe yarayacaksa senden 100 taneyi stratejik noktalara yollayacaklardı.
o da geçti.

şimdiyi de merak ediyorsan, buralarda sokak lambalarına kravat giydiriyorlar.
renk körlerinin hepsi akademik kaygıyla külliyen kör olmakla meşgul.
ölü diyordun arada bir... hah onlar işte... onlar da ülkeler arası dikiş izleriyle meşgul.

bilmiyorum, mavi ispanyol orospuları ne halde ama kadınların çok büyük bir problemi var;
erkekler, seni tanıyorlar! hem de yaşayamadığın anlarda, bir kaç kadeh için yumuşatıcıya yatırdığın cümlelerinden.
"takmıyorum" diyorlar madden, ve manevi olarak içlerindeki boşluğun katsayı hesabı sömürüyor, bir kadına güzel sözler söyleyecek dudaksal viagrayı.
karşılaştıklarımdan biri bile bilmiyordu, iltifatın zihinden değil; tenden patlayıp, dile yol aldığını.

"teni beyaz ve sarkmış
mor bir külot var
kıçında

işte bundan çıkıyor
savaşlar
büyük tablolar
intiharlar
harpler
kayabilim
ve münzeviler.
"

birileri bu cümlelerini duyup, kadınları karanlık odalara mahkum etmeye çalıştı.
bir kısmı da vardı ki, kadınları önemsememek için sebep arayan; aldılar cümleni ve "işte bu kadar basit!" dediler.

ben izliyordum uzaktan.
baktım ve az kalsın gülmekten ölecektim. dünyaya, dünya dedirten şey kadının kıçındaki mor külottu ve o düşünce fakirleri, sen bununla alay ediyorsun sandı.

kısacası, hiç de ebeveynlerin ezbere okudukları akşam sohbetlerinin dizeleri gibi değil. ne bir dejenere olmuş ahlak, ne de rahat kafalar var!?
çocuklar lunaparkta binmek için dönme dolapları seçiyorlar.
ve dönme dolabın her oturağında, kendini kanıtlama çabasıyla, olmak istediği kahraman olamamanın güvensizliği..+'&
cümleler, küçük dile kadar gelip geri dönüyor, sonra herşey yapma bir dinginliğe bürünüyor.
HERKES KORKUYOR BUKOWSKİ.
bir kadınla yatmak isterken, "ona ne gözle baktığımı düşünecek?"
bir kadının hoşuna gidecek "cümleyi kuracakken, "beni ne sanacak?"
bir kadına karşı çıkarken, "otoritemi kabullenecek mi?"
bir kadınla dans ederken," vücudumun hantallığını farkedecek mi?"
bir kadına hayranlık duyarken, "bana bakacak mı+%'&?"

hepsinde hayattan soyut ayrı bir beklenti.
ve bunları atlatanlarda, yaşlanmış sayıyor kendini. oysa hayat, devrin altında ezilmeyenler için yeni başlıyor.

sonra 21. yüzyılın, beyniyle aşık olma modası kendini o kadar çok sergiledi ki, artık o bile eskidi.
şimdi ellerinde, bir iş çantası dolusu elektro akoru ve fizik teoreminden başka birşey kalmadı charles. ^!'%^/
ayrıca çantasız bir adam görürsen de oradan baktığında, umutlanma! onlara otobüs sırasında rastladığımda bile dokunmuyorum, uzaktan "afedersiniz" diyorum ve yol vermesini bekliyorum. onlar, beyinleri günün kendi akışını bile kaldıramayacak adamlar. hayati bir tembellikleri var. chris isaak bile ruhlarını yerine getiremez. ve sandığın gibi değil tembellik , aidsden daha bulaşıcı!+'&

bir de işin bastırılmış yangın boyutu var bukowski.
senin şiir yazdığın fahişeler de seninle beraber o tarihte kaldı...

erkek, cümlelerini sakladıkça kadından; kadın çıldırdı.
"çubuğunuzu matematiğe kullanıyorsanız, bizim zekamızda biyolojiye amade!" dediler.

bir adam, barda tanıştığı kadınlara gece için kibar vaatlerde bulunmasını bilemedi. hani, dünya dönüyoooor, dönüyooor ve o takmıyor ya%'/'+
kadınlar da, şuh zekasını hangi adam için kullanacaktı ki?

işte asıl problem burada.
yaratılışı gereği kadın neye musallat olursa olsun, aşkı hissetmiyorsa; içinde dayanılmaz bir boşluk olur.
ve aşksız kadın iki türlüdür.
ya kendini bunalıma adapte edip, ilgi müptelası olacaktır ya da kafasındaki süperkadın profiline bürünmeye çalışıp; kadınsal niteliklerini unutacaktır.
iki türlü de ateşini, ışık tutan bir adamla çarpışana dek kaybedecektir.

ve "aşksız da iyiyim, beni alacak olan gelsin burdan alsın." diyen beyinden tiksiniyorum
ama hepsi tanrının suçu, yalanı böyle niteliksiz beyinlerin eline oyuncak diye verirse, beyin kendine bile yalan söyler.

şimdi kadınları bir görsen, önemli olan yaşayacakları dakikalar değil, dakikaların sayısı!?+'!&
sürekli matematiksel bir kuram, adımlara hükmediyor.
ve kadın da erkeği, ancak uzun yıllar içerisinde takmama eyleminden kurtarabiliyor.
ama elbette kurtarma, sancılı bir kahramanlık oyunudur. çünkü ilişkilerde savaş, koklanacak çiçeklerin, ve gölgesine uzanılacak ağaçların ölüm fermanıdır.

dır'ı dir'i geçelim de... işte öyle charles.
bu bir, dünyevi keşiflerle-ruh süprüntüleri arası sınır çatışmasının değiştirdiği insan doğasının, farkında olan bir kadına yaptırdığı, dilsiz serzenişti.
ben bu dünyanın, bilimiyle insanı arası harcanan banknot tomarı olmadan; yeryüzüne reenkarneni yollayıp beni alma vakti."

athenaeum