28 Nisan 2010 Çarşamba

-10-

saga biletini alıp evden çıktı.
bilet demişken!?
kendisi sagayı, doğum günü cadısının eteğinin altına giden otobüsün 7 numaralı koltuğuna oturtacaktı.

-9-

gandi'nin müzik kutusunun durmaya odaklı şarkısı...

saga, 4 sokağın başında polislere rastlamıştı.
4'ünün 4'ünde de yolunu değiştirmişti.
sinirleniyordu.
'cinayet' diyordu, 'kimi beyazın pamuktan çöplüğüne kavuşturacağı belli olmaz komserim. bir kez daha tersten alalım. hoşçakalın, merhabadan önce...'

tesadüfi ya da kazanılarak! bir şekilde ele geçen biletlerin gittiği diyarlar ve ardına bıraktığı gölgesi diye düşünüyordu.

sol anahtarı sagadaydı; notaları düzenli, ruhu ise rimel sürmüş bir kadın gibiydi.
öyleyse cennette olan sagaydı, adam değil!%^
bu durumda polisler neden onu arıyordu ki?

diyelim ki, tersi oldu. adam cennete vardı saga ise yeryüzünde kaldı. o zaman polisler neden sagayı arayacaktı? yeryüzüne çakılmakla cezalandırılmış olan bir kadını, bir daha cezalandırmaya ne gerek vardı ki?

saga, dünyanın adaletindeki koca açığı hissediyordu ve saga'nın asma bahçesi, açıkları sarmalamaktan hoşlandığı kadar, annesinden bile hoşlanmazdı.

sahi annesi demişken...

bir kadın ufak bir kasabada doğdu ve hayaller kurdu.
12 yaşında,tam dünyasının en muzur planını yapmış, kasabadan kaçacakken karşısına bir adam çıktı.
önce hayat, hayal ettiklerine köle olmakla tatmin ederken omuriliğin dik görüntüsünü; sonra tam ortadan bir kemiği çekip, herhangi bir kayanın içine saklamıştı
.
ve unutma! bütün senaryolar herhangi'lerden ilhamlanıp da yazar sonunu.
herhangi bir kaya
herhangi bir kadın ve herhangi bir adam
herhangi bir kasaba
akılda herhangi bir teori
herhangi bir elde herhangi bir parmak
herhangi bir nükleer silah
damarlarda herhangi bir aşk
herhangi bir oyun, herhangi bir numara...
herhangi bir hukuk maddesi
ya da herhangi bir yılın laneti
herhangi bir büyücü ve herhangi bir parşömeni
herhangi bir seçilmiş kişi
herhangi bir şarkı ile herhangi bir adamın tav olduğu herhangi bir akşam
herhangi bir dudak ve bazen herhangi bir beden
herhangi bir kelime ve "herhangi" de o kelimelerden bir tanesi olmaya amade.

hepsi, dünyada bulunmanın hissettirdiği eksiklikten doğar ve bütün beyinler, ruh için çalışan düşük rütbeli askerlerdir.
saga'nın dallarının, adalet açlığını doyurduğu gibi, beyinler de ruhların çıplaklığını örter.
ve bütün ordunun kaskına kazınmış tek bir amaç vardır.

'bu dünyada, zamanın izlemesi için bırakılmış en az bir hikaye!'

kimisi bunu, tek ismini duyurmakla uğraşarak yapar kimisi de her doğum gününde kendine bir isim alarak...

kadının dizayn ettiği bütün vücut anatomisi tek bir hamlede dağılmıştı. ve aşk, kuluçka devrini tamamlamış bir hastalık gibi, hızla dağılan kemiklerin üzerini sarmaya başlamıştı.
adamın varlığıyla, artık kaçmak istediği kasaba, gitmek istediği bütün yerleri anımsatıyordu.
her gün görmekten sıkıldığı insanlar, açığa çıkmamış yüzlerce butonu varmış gibi görünüyordu.

kadın kasabada kalıp, adamla evlendi.

bir gün kasabanın başında başlayıp, sonunda biten dereyi inceleyen bir adam gördü. daha önce bu civarda ona hiç rastlamamıştı.
ve hayatı çoktan, 12 yaşında hissettiği özgürlük kaybıyla yeniden karşılaşmıştı.

adam ona:
"merhaba, ben edgar allan poe'nun kuşuyum ve tüneyecek yer arıyorum" dedi.

sonra biraz sohbet ettiler. kadın kasabada hiç kullanması gerekmemiş bilgilerini kullanacak bir yer bulmuştu. diken diken olmuş tüyleriyle, dizelerden ve dünyaya hükmeden rakamlardan bahsediyordu:

"bak! 7!
herşey 7'iyle iniltili.
tibette 7 bilge,
dünyanın etrafında 7 gezegen,
7 uyurlar,
ziguratların 7 katı,
7 nota,
gökkuşağının 7 rengi,
7.................................
dünyayı yaşanılabilir kılan herşeyin 7'iyle bir ilgisi var. ve biliyor musun? benim doğum tarihimi numeroloji hesabıyla şeyapınca, 7 çıkıyor!"

adam:
"demek sen de bu kasabayı yaşanılabilir kılacak şeysin"

dedi.
kadın, 12 yaşında duyduğu iltifatları hatırladı. yine yanakları o zamanki gibi kıpkırmızı olmuştu.

adam, dudaklarını kadınınkilere bir kez dokundurmak için neler verebileceğini düşünüyordu.
ve an'ın büyüsüyle, kenetlediler dudaklarını birbirlerininkine.

herhangi bir an...

kıyafetler özgürdü, artık vücutlar da öyle...
kadın bir tanrıça oldu adamsa sihirli bir değnek...
saatler geçiyordu, ve kadın şiddetlenen bir savaş müziği gibi hareket etmeye başlıyordu.
adam ürktü.

gandi'nin müzik kutusunun durmaya odaklı şarkısı...

durdular.

kadın:
"evliyim. 20 yıldır."

adam:
"ruhu evsiz, evlilerden tiksiniyorum. 2 saniyedir."

dedi ve kasabadan uzaklaştı.
artık o kasabada kimse yaşamıyor.
eğer şimdi kasabayı boylu boyunca takip eden dereyi merak ediyorsan, sadece kadının o gece orada attığı kahkahalarla akıyor...

.......

saga ve annesi mutfakta oturuyorlardı.
diyalogları, yıllar önce kopmuştu.
annesi o gün sagayla birşeyler paylaşmak istedi.

"nasılsın kızım?"
"aç, sen?"
"ben de acıktım. uzun zamandır bana kimseden bahsetmiyorsun. bir ilişkin var mı? aşık mısın?"

saga şaşırmıştı.
acaba dedi. anlayabilecek mi...

"hiç bütün erkeklerin tek bir kişi olduğunu düşünüp. seni bulmalarına izin verdiğin oldu mu?"

ama yaşamak ile anne olmak arasındaki tahterevallinin yörüngesi hayal kırıklığına odaklıydı.
annesi o an saga'ya, bir kadının özgür hissetmek için neler saçmalayabileceğinden ve deredeki adam gittiğinde kendini, yıllar süren tutkulu bir aşktan çıkmış gibi, o muhteşem hikayeyi ateşle noktalamak zorunda hissettiği için, o gece babası kasabadayken köyü yakmış olduğundan bahsetmek istedi.

gandi'nin müzik kutusunun durmaya odaklı şarkısı...

durdu.

saga, annesinin bütün geçmişinin ağzına dolduğunu farketti.

kadının sagaya verebileceği tek öğüt, aşkın bütün adımlarıyla ilgili olabilirdi.
kural böyleydi. yaşamak ile annelik arası tahterevallinin yörüngesi hayal kırıklığına odaklıydı.
çünkü devir kendini yeniledikçe ve ruhlar başka bedenlere girdikçe, 55 yılın bütün birikimi 20 yılın içine sığabilir hale geliyordu.
yaratanlara göre,dünya ancak bu şekilde ilerleyebilirdi.
ve ilerlemeler, eskiyenler için her koltuğuna başka hevessizlikler oturmuş bir atlıkarıncaydı.

fakat varoluştan beri değişmeyen tek bir şey vardı. aşk...

saga ve annesi de bunu bilmiyordu.
o gece katillerin biri hayatının arayışını, öbürü final sezonunu sakladı diğerinden.

ve o gece renkler bile sövdüler kurallara.
en az saga kadar...

26 Nisan 2010 Pazartesi

-8-

bütün renkleri ve isimleriyle saga, dağılan 7 notanın arasında kilitli kalmıştı.
öncesinde, nereye girdiğini bilmeden ve kapıyı tıklatmadan içeri giren bir kaç adamın gaz lambalarını saymazsak karanlıktı da diyebilirim.

sonra bir adam sol anahtarıyla, kapıyı açtı.
gaz lambalarının sarısı artık yerden yükseliyordu. saga bunu adamın gölgesinin tavanla duvarlar arası kırılmasından anlamıştı.
ve bu da demekti ki, diğerleri odayı sessizce terk etmişti.
ışıkları sagaya miras...

hepsine içinden ve içten teşekkür etti.
şimdi notaları toparlama vaktiydi.

bu sırada adam sol anahtarını kapıdan çıkartıp, içeri girdi.
saganın kurtarılmaya ihtiyacı olduğunu ya da onu kurtarmak için gelmiş olduğunu anlatacak tek bir cümle bile kurmadı.
sadece aşık olmak istiyor gibiydi.

kendi kendine konuşuyordu.
-burası biraz soğukmuş değil mi? üşüyorum ben. sen de üşüyor musun? hayır, yanımdaki kadın sıcacık.

oysa saga buz gibiydi.
ve notalardan istediği manzarayı yaratamadığı sürece yerinden kıpırdamaya niyeti yoktu.

derdini anlatıp anlatamayacağını düşündü.
sonra farketti ki, ne zaman bir aşkın ahengi, esen rüzgarlar ya da günlerin kaşıntısı anlatılacak olsa, notaları ve ritimleriyle müzik betimleri devreye giriyor. böylece bütün dert dinleyicileri, giriş gelişme ve sonucu kolayca kavrayabiliyordu ama.............
notalar betimlenecek olsa?

işte bu gerçekten zordu.
notalar, dünyaya dair herşeyin kendini anlatmasına yardım ederken; notalar kendini anlatacağı zaman hiç birşey ve hiç kimse yardımcı olamıyordu.

ve saga kilitli kaldığı süre boyunca notalarla ne yapacağını bilememişti. şimdi cevap, çırılçıplak ve tahrik edici biçimde karşısında duruyordu.

kasetçalarına gidip, franz liszt'in danse macabre'sini açtı.
cebinden bıçağını çıkardı. keskinliğini bile kontrol etmeden adama doğru yürüdü.
adam hala konuşuyordu. üstelik şefkatle.

"bu kadının yanında olabiliriz. ona hikayeler anlatabilir, vaatler verebiliriz. belki deniz kenarında bir ev bile alırız. ama hayır hayır. bir daha kimse boğulmayacak dave. hayır. HAAAYIRRRRRRRRRRRRR. hağğğy................................||||||||___________"

adam bağırırken, bıçak boynunda topraktan yeni filizlenmiş bir ağaç kadar narin ve canlı görünüyordu.
bir kaç saniye sonra kanlar, nereye sarılacağını bilmeyen kökler gibi fışkırdılar.
adam sustu.
yere düştü. kan şimdi nereye gideceğini biliyordu. bir yandan adamın gövdesini sararken bir yandan boynundan yana doğru akıyordu.

saga eğildi, bıçağı çıkardı. sol anahtarını adamın cebinden aldı.

sonra onu cennetin kapısında hayal etti.
adam o kadar anlayışlı, düşünceli ve iyi kalpliydi ki, muhtemelen kanatlarıyla içeriye doğru uçmadan tanrıya soracaktı:

-"pardon. şimdi şey. bizim iyiliklerimiz buraya girmek için gereken sınırın üzerindeyse, geri kalanlarını buraya bırakalım. geçerken belki dostlarımın ya da ailemin ihtiyacı olur. evet dave iyi düşündün, evet bırakalım."

sonra kendine geldi.

bıçağın keskinliğini kontrol etmek için işaret parmağına dokundurdu.
parmağından akan bir kaç damla kan, adamınkiyle birleşti.

pek de farklı bir durum değildi.
zaten geciktirdiği her sorumluluk, saganın hayatını bir başkasınınkiyle kesiştirmişti.
şimdi de kanını.

damla için 'ona bırakılacak en iyi hatıraydı' diye düşündü ve odadan çıktı.
içeride danse macabre çalmaya devam ediyordu.

evet.

7 nota, sagaya benzediği için aylardır onunla beraber o odaya hapsedilmişti.
artık sol anahtarı da olduğuna göre onların içinde teker teker kendini bulacak, yeni şarkısını yapacaktı.

ve aylardır hatayı nerede yaptığını anladı.
her zamanki gibi hayat bir allegro ritmi kadar hareketli ve sadeydi.
ve periyodik olarak, sıkıldığı şey sadece hayatın kendisiydi. o yüzden hayatına yeni şarkısını eklemeden, hiç kimsenin kemanı olamazdı.

__________

keman öğretmeni, ertesi gün ön kapak manşetinde, bir ceset ile yanındaki notun haberini okudu.

notta şöyle yazıyordu:

"bazıları, cebinde bir başkasının yaşam iksirini taşır. dünya şimdi güvende"

21 Nisan 2010 Çarşamba

'^%'

şimdi dumanın, oradaki her parmağın arasından ipek bir çarşaf gibi kaydığı dört duvarın ağırlık merkezinde, masalar, kül tablaları ve kulağıma dadanan çift sesli şarkı... kendimden başka herkesle ilgili!

20 Nisan 2010 Salı

-7-

saga... sokağa baktı...
onu ve bütün insanları tatmin etmeyen birşeyler vardı!
elbette! bir dünya dolusu, içine kaosta dans tutkusu konmuş insan!

tik...tak...
bütün insanlar yavaş çekimde hareket etmeye başladı, saniyeler eriyordu.

saga, evrene inat hızlı adımlarla kırtasiyenin birine girdi.
bir makas çalıp, koşarak dışarı çıktı.

kissing in the rain'i dinliyormuş gibi hayal etti, bir kızın gözlerinin içine bakarak, beline kadar uzanan saçlarını bir hamlede kesti! ve kıza doğru fırlattı...!+'&%'!^+!

ses, enerji, sinir, iklim, rüzgar, radyasyon ve basınç alanı.....^%'^!
hepsini içine alan bir şeffaflık vardı ve ona birşeyler oluyordu.
bir doğumu çağırır gibi ya da gövdesinden bir dal daha çıkarır gibi kaşınıyordu!

saga ve atmosferin işbirliğiydi bu.

titreşimler, havada sürüklenen saçlarla beraber kızın vücudunu sardı.

kız montunu çıkardı. ardından gömleğini.
hala birşeyler eksikti. pantolonunu çıkardı.
olmuyordu.
çırılçıplak kaldı!%^&'/
sütyenini, camekan kaplı bir kafenin önündeki taburede oturup sigarasını tüttüren, saçları hayattan beyazlarken, elleri sigara külünden siyahlamış bir adama fırlattı.

adamın ne sigaraya ne tabureye ne de şimdiye kadar hayat dediğine ihtiyacı kaldı. sigarayı söndürdü. küllüğü karşı kafenin camına fırlattı. taburenin de ayaklarını kırıp birbirine vurmaya başladı.

küllük çarpan camın ardındakiler dışarı fırladılar. hepsi çığlık atarak, koşarak ve dönerek sokağın ruhunu çağırıyorlardı!

o sırada bir adam ve arkasından elini tutarak sürüklediği kız arkadaşıyla sokağa girdi.
çıplak kadın ile saganın bakışları birbirini yakaladı.
saga, ayakkabılarını çıkartıp, sokağa giren çiftin tek bağına doğru fırlattı. ellerine...

ve sonra fısıldayarak kıza gizli bir mesaj yolladı, "ruhunu bütünlemek için o adama ihtiyacın yok kızım..."

kız gülmeye başladı.
adam sinirleniyordu. sinirlendikçe daha çok ve bağırarak konuşmaya başlıyordu.
sokağın ruhu onu kabullenemedi.
kız onu yumrukları ve tekmeleriyle sokaktan dışarı atıp, hızlıca kalabalığa karıştı.

artık sokakta herkes, kissing in the rain'i dinliyordu. ve özgür kalmayan, tek bir kişi bile kalmamıştı.
yerler kırılmış gözlükler, yırtılmış dosyalar ve yakılmış kravatlarla süslenmişti.
çimenlerin ve gökyüzünün birleştiği köşelerde, çirkin vücutlu adamlar ve kadınlar sevişiyorlardı.
ama öyleydi ki, herkesin 21. yüzyılın içinde kaybettiği karakteri bedenlerini yeniden bulmuştu.
hava kararmak üzereydi.
ve sanki bütün sokak tanrı ve tanrıçalarla doluydu.

şimdi tek eksik vardı.

özgürlük, dünyanın bir ucunda hissedilen bir eksiği, aynı hevesle özgürlüğü hisseden başka birinin de, o eksik için savaşmasını sağlayabilecek tek duyguydu.
ve bu misyon, şimdi sokağın materyalsiz ilk büyüsünü yapmasına neden olacaktı.

tanrılar ve tanrıçalar, saganın eksikliğini hissettiği yağmuru yağdırdılar...

şimdi herşey tamamdı.

sonrasında hep hatırlandı; bir cümle ancak evrenin akışkan yüzeyini gıdıklayıp, uçar giderdi. fakat bir eylem, evreni baştan yaratacak kudrete sahipti.

16 Nisan 2010 Cuma

-6-

kelimeler ağzından, hep o anı beklemiş gibi fışkırıverdi:

-"dün gece birşeyin eksikliğini hissettim.
dolabı açtım, nefret etmeme rağmen çocukluğumdan beri, karanbolde poşede girmeyi başaran peyniri masanın üzerine koydum.
aradan bir kaç dakika geçti.
peyniri paramparça etmiş, bütün vücudumu balkona bakan cama yaslamıştım!?
o an çok önemli birşey farkettim.
onu aradım.
telefonu açtı.
uykuluydu.
anlattım.
'tamam' dedi. 'sabah yanına gelirim' "

+"......"

-"problem yanıma o an gelmemesi değildi, o an hissetmemesiydi."

vera, kafasını kaldırıp saga'nın gözünün içine baktı.
saga devam etti.

-"her saniyenin kendine ait bir sihri var. ve eğer bir başkasının bedeninde dünya turuna çıkacaksan, o sihri onunla beraber keşfetmen gerek."

vera, kafasında pencereleri ve kapılarına kadar binlerce noksanlığı olan binalardan inşa ettiği şehrin ilk eksiğini kapatmıştı. şimdi birşeyler yerli yerine oturuyordu.

ve beklentili bakışları bir süreliğine, evrenin diğer ucuna postalanmıştı.

fakat saga'nın suratında da aynı ifade vardı. o iskambil kağıtlarından bir kule inşa etmeye çalışıyordu. işi daha zordu.
ama anlamıştı ki, her kartın diğerlerinin hiç birinin barındırmadığı bir özelliği vardı.

şimdi o bütün gülümseyen suratların, paralel evrenlerin ortak çalışması olduğunu anlamıştı.

2 insan arasında nedensiz bir bağ kuruluyordu. aynı nedensizlikle karşılaştırılıyorlardı.
ve nedensizlik ordusuyla diyalog kuruluyordu. bir şekilde kurulan cümleler ve paylaşılan hikayeler, diğerinin devrelerine nüfus ediyordu. ve her seferinde devrelerin eskisinden daha verimli titremesini sağlıyordu.

eh...

saga dünyasının bir de keman hocası boyutu vardı. kadru...

artık winter dışında birşeyler paylaşmanın vakti gelmişti.

o gece, saga destenin arasından kupa as'ı çıkardı ve yeni defterinin ilk sayfasına yapıştırdı.

8 Nisan 2010 Perşembe

-4-

günaydın saga! bayan proleterlerin yalancıktan özgür kum kalesi!

sen şimdi sandın ki;

uyanıp mutfağa gidip kahveni aldıktan sonra, odana döneceksin. yudumlarken, pencereni de açacaksın. yatağında uzanan şöyle tahtından habersiz, şahsına münhasır bir şair olacak. sanki pencereyi açtığında odada umutsuz sahiplenmelerle, "karşımdakinin ne düşündüğü" kasıntısını rüzgara pazarlamışsın da, rüzgar içeride kalan kareyi görünce daha fazlasını almaya kıyamamış gibi.

bazı kareler öyle olur ya hani^'+&^%!
sınırları çizilmiş 2 özerk cumhuriyetin yapboz parçaları gibi birbirine oturmuş görüntüsü!
ama bütün ilişkilerin sorunu tam da bu noktada devreye girer.

dinle! dinle! saga'dan 1 haftadır haber almıyor olmanın acısını çıkartıcaz şimdi bay sayın muhterem muhteşem köstebek!3+%^&/

bir cumartesi akşamı evine çok uzak biryerlerde islander'ı dinleyip, dolmuş bekliyordu saga. yolun kenarında.

kaldırımdan bir adam geçti. yanından. birbirlerine baktılar. biraz uzun sürdü.

tamam tamam! o kadar uzun sürdü ki, ikisi de arkasına bakmak zorunda kaldı. sonra saga önüne dönüp beklemeye devam etti.

aradan 20 saniye geçmeden, adam bu sefer geldiği yöne yürüyerek bir kez daha geçti.
brrrr
saga'nın gülme dürtüsü, şaşkınlığının önüne elini kolunu sallaya sallaya geçti.
sırıttı. ve yola bakmaya devam etti. hiç çaktırmadan adamı izliyordu. tip.

adam karşıya geçip bakkala girdi. elinde bir poşeyle çıktı. tekrar saga'nın beklediği kaldırıma geçti. yol boyunca parketmiş arabalar vardı. ve adam karşıya geçmesine rağmen kaldırımlarda görünmediğine göre, arabaların arasında biryerlerdeydi. ben de rağmenli cümlelere fitil olmama rağmen öyle anlatm..... aaaaaah!
bir kaç saniye gözleriyle sokağı taradı. adam görünmeyince dolmuşu beklemeye devam etti.

şehrin piyasası çıldırmış! dolmuş güzergahı, ana cadde, sakin binaların tek odası ışıklı daireleri ve meyhaneler bir aradaydı! böyle fatih ürek dinlerken, rakı içip diğer koluyla çocuğunu sallarken "uyusun da büyüsüüün niiiinnniii" demek gibi birşeyden söz ediyorum.

iyi be!

bu arada müzik değişmişti. franz schubert'den serenade'ı dinliyordu. kısık sesli ve günün belirli saatlerinde girilen duygu seli altında dinleniyorsa, yerinde bir kaç kez dönme ihtiyacı hissettirecek bir parçaydı.

saga dönerkeeeeeen, sağ yanında adam beliriverdi!
konuşarak saga'ya doğru geliyordu. saga duyabiliyordu ammaaa...!

"merhaba. son 10 dakikadır sapık gibi etrafınızda dönüp duruyorum. ama baktım da arabalar önünüzde duruyor ve siz uzun süredir bekliyorsunuz."

derkeen adam, saga duymamış gibi kulaklığını indirdi. gülerek

"efendim?" dedi. adanın gözleri maviydi. masumluğuna bakılırsa da en fazla 23 yaşında gayet hevesli normal bir insanevladıydı.

adam sözlerine yeniden başladı.

"şey... bakıyorum bir kaç dakikadır. döndüm, karşıya geçtim. geldim. durdum. size baktım. galiba şu tarafa gidiyorsunuz. bu saatten sonra fazla dolmuş geçmez o tarafa. önünüzde arabalar duruyor. isterseniz bırakabilirim"

cümleleri o kadar net ve sadeydi ki, acelesi varmış gibi geldi saga'ya. gerçekten de acelesi vardı. hangi erkeğin yol kenarında bekleyen bir kızla tanışacakken acelesi olmazdı ki!^%+'^%

saga, bu duruma biraz kaos serpmek istedi. bakalım aynı aceleyle mi konuşacaktı.

"hmm. baya sapık taklidi yapmışsınız" dedi ve güldüğü görünmesin diye, arabaların geldiği yöne doğru baktı, dolmuş geliyor mu acaba? havasıyla.

adam kıpkırmızı oldu.
güldü.

"evet. zaten titriyorum! ama gerçekten bırakabilirim. arabam şurada. arkadaşlarımın yanına gidiyorum. bira almak için durmuştum. arabaya giderken sizi gördüm. önünüzden ge.. geçen araba korna çaldı. eh çalaaar. böyle bir sokakta yol kenarında duruyorsunuz ve artık dolmuş geçmesi zor. isterseniz bırakayım?"

saga, bir gülmeye başlarsa eve değil hastahaneye götürmek zorunda kalacaktı. çok sıcak ve tatlıydı! ardı ardına, anahtar cümleleri söyleyerek açıklama yapmaya çalışıyordu. ve hala "siz" diye hitap ediyordu.
"isterseniz" diyordu.
ama "sizi bırakmak istiyorum" u diğer cümleleri kadar net söyleyemiyordu!
biraz daha uğraşsam mı diye düşündü saga. sonra anlık bir kararla

"görüyorum bırakabilirsiniz, ama teşekkür ederim." dedi.

adam

"bakın gerçekten bırakabilirim" dedi.

saga, o içsel gıdıklanmaya daha fazla karşı koyamazdı!
gülmeye başladılar!
yarıla yarıla!
böyle gözlerini kapatıp, yere tekme atarak!

o sırada dolmuş geldi. saga dolmuşun merdivenine sıçradı ve zafer kazanmış sorunlu bir kadın gibi el salladı.

koltuğa oturduğunda ne yaptığının farkına vardı.
resmen "hayır"dı bu!
adamı reddetmişti!
aptallığından çıldırıyordu, koltukları parçalayacaktı!

camdan arkaya, yanlara, her tarafa baktı. belki takip ediyordur diye.

SALAK...!

arabasını görmemişti ki.

geçen saniyeler onu sakinleştirdi. yanından geçen arabaların şoför koltuğuna bakmaya devam etti.
ineceği yere gelmişti ve adam onu gerçekten de takip etmemişti. buna neden inanamadıysa. sanki paris hiltondu.

tam inerken, kaptan seslendi.
"pardon hanfendi, ücretinizi ödemediniz"

çantasına davrandı.
böyle yukarıya yalvarır gibi kafasını yukarı kaldırmış, olmayan bozuklukları ararken, yandaki arabanın içinden adam ona bakıyordu.

kaptana "bir dahaki sefere!" dedi.
ve biliyor musun? saga'nın suratı, kaptandan daha şaşkındı. hemen gitmeliydi çünkü! hemen!
çünkü her an, geçen saniyeler onu yine sakinleştirebilirdi.

atladı dolmuştan aşağı.
adam da arabadan indi.

saga: işte başlıyor
adam: işte geliyor

burada bile bir eşitsizlik vardı.
erkeklerin kendini olayın dışında tutarak hikaye dinliyormuş havasındaki duruşuyla, kadınların bütün kahramanları başrol alan senaryoları!

o gece ne birbirlerinin telefon numarasını aldılar. ne de isimlerini.

ve sonraki 3 gün, adam her akşam o sokakların birinde yakaladı sagayı.
saatler hep aynı dakikaları gösteriyor, köşe başındaki gevşemiş sokak lambası da yanıp sönmeye devam ediyordu.

4.gün saga onu evine aldı. artık saga ile hans'ın hikayesini anlattığımı öğrenmiştim.
tabii onlar da.

bu arada ne yapacaklarını şaşırmışlardı.
o yüzden tavla oynamaya karar verdiler!?+^'%
büyük atan başlayacaktı.
saga 3 attı. hans 5

sonra doğrulup, saganın dudaklarından öptü.

"büyük atan başlar demiştik" dedi. sırıtıyordu. 150 yıldır bu denizlerde dolaşan bir korsan gibiydi.

saga devam etti.
delirmiş gibi öpüşüyorlardı. hans, 2 eliyle saganın saçlarını dağıtıyordu.
iki eli de saçlarındayken, hangi ara çıplak kalmıştı!?/'%+
saga mı soymuştu onu?
herneyse!
ne yapacağını şaşırmış masum çocuğa bak diyordu saga! sonra bir an, bakışları ona keman hocasını hatırlattı. durgunlaştı.
2 saniye içinde kendine geldi. toparlamak için sırıttı.
hans "ne sırıtıyorsun?" diyip dudaklarını ısırdı saganın.

mutfakta teybi açık unutmuşlardı, lhasa de sela'dan rising çalıyordu.
saga her şeyi unuttu. hansın üzerine çıktı.
perdeler açıktı ve dışarıda bir köpek dimdik durmuş, onları izliyordu.
beraber yükseliyorlardı. beyni sarsılmıştı. köpeği görmedi bile.

birbirlerini dokunmadan duramıyorlardı.

.......................

saga, uyandı. hala rising çalıyordu. mutfağa gidip müziği kapattı. 2 kahve yapıp odaya geri döndü.
camı açtı. iki köpek çiftleşiyordu. perdeyi kapattı.
hans uyandı. kahvesini aldı saga'nın elinden.
belinden kavrayıp, kendine çekti

"seni tanıyorum. hep benimmişsin gibi..." dedi.

(error error.
buradan çekmiyor,kapatıyorum sonra ararım^!?%'+^%)

saga, kendini hans'ın kollarından kurtardı. şimdi kulağında baştaki gibi yeniden islander çalıyordu.
tiksintiyle baktığının farkında değildi.

hans yokmuş gibi görünen gururunu, şiddetle saçtı etrafa. yatağın yanındaki vazoyu alıp saga'nın durduğu duvara doğru fırlattı.
bağırmıyordu. ama zaten gözleri yeterince ses çıkarmıştı.

saga, islander'ın melodisini mırıldanmaya başladı. tepkisizdi. bir çocuğa bakıyor gibi bakıyordu.

hans, üzerini 10 saniye içinde giyinip çıktı.

.............

sagaya gelince...

yıllar önce yaşadığı birşeyleri hatırladı. ilk öptüğü çocuk, "artık benimsin" demişti. 15 yaşındalardı.

tokadı basıp, onu bir daha görmemek için okulunu değiştirmişti.

daha o günden görülüyordu. ikili ilişkilerin ona öğreteceği çok şey vardı.
birinin ona sahip olduğu düşüncesi, beynindeki volkanların hepsini birden harekete geçiriyordu.
içindeki 1000 farklı organdan bütün saga'lar birleşip savunmaya geçiyorlardı.

ve yine daha o günden görülüyordu ki, saga öğrenmemek konusunda kararlıydı.

fakat o sabah anladı ki, özgürlük diye birşey yoktu. bulaştığı her şey, dünyada bulunmasının bir sonucu olarak, ona sahip olacaktı. saga'nın onlara istemeden sahip olması gibi.

faşist ve komünist birer liderin bakış açısını çatıştırırken farketmiyordu kimse, bütün ilişkiler onların farklılığından değil, benzerliğinden ilhamlanıyordu. belki birinde daha saygı değer kılınıyordun! fakat iki durumda da itaat ve bağlılık esastı.

her ilişki "köle ile efendi" esasına dayanıyordu. ve saga ne efendi olabilirdi ne de köle.
yönetmek için ya da yönetilmek için orada duruyor olmamalıydı. hissettiği sürece yanında duruyor olmak istiyordu ismini derisine kazımak, hayatını değiştirmek isteyen her adamın!

izin verseler zaten memnun edecekti!
bu şekildeyken kim gerilla öpücüğüne laf atabilirdi ki? saga için bu geceye kadar, uzun süredir herşey gerillaydı.
gerilla öpücük
gerilla sohbet
gerilla bakışmalar
gerilla açlık
gerilla yürüyüş
gerilla nefes
gerilla tetik
gerilla.............

gerilla demişken, gerilla keman dersleri...
acaba 1 haftadır o ne yapıyordu?

5. günün akşamı, aynı yerlerden geçti saga.
hans yine oradaydı. sonraki bir kaç akşam yapacağı gibi, onu görünce yolunu değiştirdi.
bu sefer dakikalar akıp gidiyor,
sokak lambası da inadına kararlılıkla yanıyordu.

3 Nisan 2010 Cumartesi

-3-

saga, evine doğru yürüyordu. ruh hali için anlamsız bir memnuniyet hissetmeye başlamıştı. seçim yapması gerekiyordu! o eski hikayede anlatıldığı gibi değil miydi zaten bütün hayatının yörüngesi!

berdüş, çölde suyu bulabilmek için baktığında; olmaya çalıştığı güçlü, olduğu sanıldığı kararlı ve olacağını bildiği duygusal adamı gördüğü aynayı kırmalıydı.
sonrası...
sezgileriyle önce suyun yudumuna, sonra sudaki yansımasına...

ah! hiç sormayacaksın sanmıştım çift sesli koronun daimi dinleyicisi. duvarlar! seçimi gözünün içine daha kaç farklı şekilde sokabilirim diye planlıyordum!

neyin seçiminden bahsediyorum!?

siz insanlar gözünüzün önünde duranlardan birini benimseyip ona doğru yönelecekken bile, bunu seçimler silsilesi haline getirmezseniz beyniniz yerinden fırlar! iç organlarınız birbirine geçer! canınız çıkar!

elbette Saga'nın seçimi de o adamı isteyip istemediğinden emin olamamasından geliyordu ama ona göre şimdi merdivenlerden yukarı atacağı adımın hangi ayağıyla olduğu bile seçimine gidecek yolda belirleyiciler arasındaydı.

hep Saga'nın gerçek bir gerzek olduğunu söylemişimdir. ama problem değil, anlatılması gereken bütün hikayeler gerçek gerzeklerin ömürlerinden çıkar.

ve belkide Saga o adamın anlatılmış bir çok hikayesi olduğunu anladığı için kararsız kalmıştı. hani bir hikaye için bütün kahramanların bu hikayeyle hiç karşılaşmamış olması gerekir ya!

hayır, gerekmez sahnemin fıstık yeşili çarşafı! bu sadece Saga kanunnamesi için geçerlidir. hatta ona göre bilgelerin hikayelerde hep arka planda kalmasının sebebi budur. eğer onlar hikayelere ve hayatlara burunlarını sokarsa, yaşamak için hiç sebep kalmayacaktır.

yani Saga da o adamın bir bilge olup olmadığı konusunda düşünmesi gerektiği için kararsız kalmıştır.

ben bunları sana anlatırken, filmi durdurur gibi Saga'nın durdurduğumu mu düşünüyorsun? öldüüüüüüüüüüür beeni dinleticisinden düşünce fakiri, dinleyici! '^+'563+%

anlatıcı dursa da, kahramanın nefes alıp verişiyle adımları arası tıkırdayan o bencil boşluktan dinlersin bir hikaye!

Saga, şu anda alt komşusuyla merdivenlerde karşılaştı. sohbet ediyorlar.

kadın oldukça kararlı görünüyor. keskin jestlerle, gözlerini fal taşı gibi açmış birşeylerden bahsediyor.
saga, onu dinlemek yerine şu basmakalıp benzetmenin görünüşünü hayal etmeye çalışıyor. sahi, fal taşı hangi renk?

o ara kadın diyor ki,
-son 3 ayda gerçekten çok kilo aldım. hep sinemadaki mısırların suçu!

saga gülüyor.

kadın,yaptığı basit kişileştirmenin bunu sağladığını düşünüyor.

vedalaşıyorlar.

saga evine girip, ceketini asıyor.

kahvesi için su kaynatırken, "sahi" diyor...

8 numara... kilo almış olmasını bile, kararlılıkla "hollywoodvari bir son"a bağlayabildi.

yolda hissettiği o memnuniyeti hatırlıyor.
anlıyor.
aslında kararsızlık, insanı çekilebilir, hayatı iliği emilebilir görmenin kapı aralığı!

2 Nisan 2010 Cuma

-2-

derste değinmedikleri tek şey winter haline gelmişti, zaten saga ayrılmadan müzikçaları da odada unutacaktı. kendini de hiç bu kadar tuhaf hissetmemişti, biliyorum.

sanki yukarıdaki, sonunda birbiri dışında hiç bir parçayla uyuşmayacak iki legoyu bulup, ani bir kararla birbirine oturtmuştu! oda, atomları birbiriyle arkona'nın herhangi bir parçasında dans edip duran bir gezegendi. "durmak" kelimesinin anlamını 50 farklı biçimde yok edip, hayat içinde sürekli yeni hayatları var ediyordu.

eğer 3 dakika önce, roma ordusunun çelikten zırhlarını bir defada eritebilecek kadar büyük bir tutku hissedip harekete geçmediyse saga, zincirin bir halkası kopuyor ve tutku tamamen tiksintiye dönüşüyordu.
ama elbette kimse bilemezdi, bunun odanın büyüsü mü yoksa adamın büyüsü mü olduğunu. sen bile!
üstelik saga, henüz o adamla aşk dışında ne yaşanır onu bile bilmiyordu.
bildiğimiz tek birşey vardı. o da cümleleri ve yaptıklarından başka birşeylerin sagayı etkilediğiydi.
düşünüyordu:

-"gözlerini kıstığındaki açlık?

hayır...

kendi yaşını bilmeyen bir çocuk kadar rahat davr....."

bu sonuçsuz çatışmalardan sıkıldığını söyleme! anketlerden nefret etmesine rağmen, kendine anket yapmaktan vazgeçemeyen bir aptalın öyküsünü anlatıyorum!

neyse...

mesele adamdaki kendiliğindenlikti. hiç farkına olmadan yeryüzünün gördüğü en romantik adam olabilmesi saga yasalarına göre mümkün değildi. bir amacı olmadan hiç kimse kendini sonuna kadar açmaya bu kadar meraklı olamazdı.
onun amaç olarak gördükleri, bakir cibinliğinin elinden alınması türünden birşey değildi. zaten öyle olsaydı, odanın kimyası onu kabullenemeyecekti.
ama sanki o adam, tek başına bir orkestra gibiydi.

saga hayal etti...
dışarıda yağmur
ve illa zıttına içeride görünmez şöminenin sıcağı.
camlar buğulanmış ve adamın gözleri de.
sıcak...
tenlerinden alevlenen.
buğu...
tutkuya bile öğretmenlik eden.

sonra durdu. kendine geldi.
adam sevişirken bile sagaya öğretecek birşeyler bulacaktı...
şimdi hayat iki zıt yöne giden tabelasını göstermişti.

"5er şıklı 5 farklı soruyu sallamamı istiyor olsaydın, hiç tereddüt etmeden rastgele işaretleyebilirdim. ama bir soruda iki şık arasında kalınca..............."

dedi saga. ve hala gülümsüyordu

"sakin ol. kendini hissettiklerinin emrine bırak..."

dedi adam. ve hala bekliyordu.

birbirlerine yaklaştılar.

durdular. çekime aldırış etmeyecek kadar naiftiler.

birbirlerini öpmediler.

çünkü şimdiki çekim herhangi bir hissin getirisi değildi. o tensel kamaşıklığın, engellenemez mantıksızlığından ibaretti. oda ilk sınavını yapmıştı.

saga anladı:
bundan sonra saatler, gerçekten zincirin bir halkasına ayarlıydı.

ya adam ne anlamıştı?

athenaeum